
Doç. Dr. ŞAFAK NAKAJİMA SÖYLEŞİSİ
ŞULE TÜRKER
Diken İnternet Gazetesi
Geride bıraktığımız hafta Türkiye’nin gündeminde yine kadına yönelik bir şiddet haberi vardı. Üstelik bu kez mağdur 16 yaşında bir genç kız, bir çocuktu.
Giresun’da yaşayan Sıla Şentürk, Hüseyin Can Gökçek tarafından boğazı kesilerek öldürüldü.
Cinayet siyasetçilerden sanatçılara ve sporculara, kadın derneklerinden sokaktaki vatandaşa herkesi ayağa kaldırdı.
Bu haberle eş zamanlı Bianet, 2021 yılında kadına ve çocuğa yönelik basına yansıyan şiddet haberlerinden derlediği rakamları duyurdu. Buna göre erkekler geçen sene 324 kadını öldürdü, 793 kadını yaraladı, 96 kadına da tecavüz edildi.
Aynı dönemde yine erkekler tarafından 34 çocuk öldürüldü, 208 çocuk istismar edildi.
Bir kez daha ülke gündemin ilk sıralarına yerleşen kadına yönelik şiddeti, ‘Şiddetin Gölgesinde İlişkilerin Karanlık Kuyuları’ adlı kitabında konuyu ayrıntılarıyla ele alan Doç. Dr. Şafak Nakajima ile konuştuk.
“Kadını yok sayan kokuşmuş kavramları tarihe gömmedikçe çocuklardan gelin, gelinlerden kurban vermeyi sürdüreceğiz” diyen Doç. Dr. Nakajima sorularımızı yanıtladı.
Kitabınızda, “Kadına yönelik şiddet suçu toplumsaldır. Toplumun suçu, suçluda ete kemiğe bürünür” diyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Toplumun kadına bakış açısı, esas itibariyle toplumsal normların bir parçası olarak hepimizi etkiliyor. Sokakta nasıl yürüyeceğimizden giydiğimiz giysilere, eğitimimizden çalışma yaşamımıza kadar her şeyi… Kadın, kendi duygularının, düşüncelerinin, davranışlarının ve bedeninin sahibi değil; tüm bunların hesabını erkeklere ve topluma vermekle yükümlü bir emanetçi adeta. Emanete hıyanet etmenin, yani erkeğin ve toplumun belirlediği sınırların dışına çıkmanın bedelini ise giderek artan sıklıkta canıyla ödüyor. Her gün duyuyoruz kadın cinayetlerini ya da intihar süsü verilmiş vahşi kadın katliamlarını. Bu değerleri sorgulamadığımız, kokuşmuş kavramlarla mücadele etmediğimiz sürece çocuklardan gelin, gelinlerden kurban vermeyi sürdüreceğiz. Bu bitmeyen bir gerçeklik olarak yaşamlarımızda hep var olacak.
Türkiye’de kadına yönelik şiddetin önlenmesinin önündeki en büyük engel ne?
Eğitim sistemimizin akılcı ve insancıl bir zemine oturtulması lazım. Yani, bilimsel düşüncenin, kadın erkek eşitliğinin, hak ve adaletin çok erken yaşlardan itibaren öğretilmesi gerekiyor.
Şiddeti salt kadın erkek eşitsizliği üzerinden tanımlayamayız. Şiddetin sınıfsal boyutu var. Bireyin ait olduğu sınıfa özgü nedenleri, farklı sömürü ve istismar kanalları var. İşsizlik, yoksulluk, umutsuzluk gibi faktörler, insanların şiddet eğilimini arttırıyor. Şiddet her toplumsal katmanda görülse de, bireysel ve ekonomik bağımsızlığı olan bir kadınla, erkeğe her anlamda bağımlı bir kadının maruz kaldığı şiddet türleri ve şiddetten kurtulmada sahip oldukları seçenekler farklı. Şiddetin çözümü beylik laflardan değil, işlevsiz ve zararlı gelenek göreneklerin sorgulanması, akılcı eğitime önem verilmesi, adaletin ve sosyoekonomik eşitliğin tesisinden geçiyor. Yani çok basit bir cevabı yok bu sorunun. Topyekûn değişim gerekiyor.
Son dönemde şiddet eylemlerinin dozunun artmasını neye bağlıyorsunuz?
Elbette günümüzde şiddet olaylarını, sosyal medya aracılığıyla daha fazla, daha hızlı duyuyor, birebir tanıklık ediyoruz. Ancak toplumda şiddet dili uzunca bir süredir egemen. Siyasette hep düşmanca, ötekileştirici söylemler, aşağılama ve hakaretler var. Bu da elbette bu dile maruz kalan genç yaşlı tüm insanları etkiliyor. Diğer taraftan yoksullaşmanın derinleşmesi, yabancılaşmanın artışı gerçeği var. Yabancılaşma, insanların ait oldukları toplumla olan bağlarının giderek çözülmesi, aidiyet duygusunu yitirmeleri demektir. Gençlerin yüzde 75’i ülkeyi terk etmek istiyor. Kışı, gecesi bitmeyen ülkelerde, ailelerine ve vatana hasret yaşamaya razılar. Bu, çok acı bir gerçektir ve aidiyet duygusunun, geleceğe dair umudun ortadan kalktığının çok somut bir işaretidir. İnsanlar aidiyet hissetmedikleri bir şeye karşı sorumluluk da hissetmezler. Aidiyet duygusu, salt toplumla ve vatanla olan bağları değil, yakın ilişkileri de şekillendirir. Yabancılaşmış insan önce kendini sevmekten vaz geçer. Bu durumda birinden, başkalarına sevgi, anlayış, hoşgörü göstermesini nasıl beklersiniz?
İlişkiler hoyratlaşıyor. İnsanlar en küçük tartışmada silaha sarılıyor, trafikte döner bıçaklarıyla birbirlerini öldürüyor. Demek ki tüm topluma yansımış olan bir şiddet söz konusu.
Erkek egemen söylemler; kadın kahkaha atmamalı, kadın kadınlığını bilmeli, okuyan kadın bilmem nedir, örtünmemiş kadın şudur budur gibi kadına ‘haddini bildiren’ lafazanlıklar da erkeğin, kadın üzerindeki tahakkümünü, şiddeti hak görmesini kolaylaştırıyor.
Genel anlamda; hızla artan yoksullaşma, kadını ikincilleştiren söylemler, değerler sisteminin alt üst olması, yabancılaşma, adalete olan inancın yitimi, siyasetin ve medyanın şiddet dilini açıktan ya da diziler aracılığıyla topluma benimseterek normalleştirmesi söz konusu.
Her yaştan, cinsten, meslekten, ekonomik, etnik ya da kültürel sınıftan şiddet eğilimli insanlar çıkabiliyor. Peki şiddet uygulayanların ortak bir paydası var mı?
Sorunuzun kolay bir cevabı yok! Çünkü şiddetin çok farklı türleri var ve faillerin profilleri aynı değil. Kişilik yapı ve bozukluklarına, kişinin yaşam koşullarına göre değişkenlik gösteriyor. Daha çekinik kişiler daha pasif, dolaylı şiddet yöntemlerine başvururken, otokontrolü zayıf ve saldırgan mizaçlı insanlar fiziksel şiddete yöneliyor. Bununla birlikte, ‘Ortak payda nedir’ sorunuza, empati yoksunluğu diyebilirim. Hepsini birleştiren ana unsur, karşılarındaki insanın ne hissettiğini anlamaktan uzak olmaları. Empati, bazılarında yapısal olarak zayıf, bazılarında ise yabancılaşma, şiddet dolu bir ortamda yetişme gibi nedenlerle gelişmemiş oluyor…
Kadına yönelik şiddet çoğu zaman eş, nişanlı, aile üyeleri gibi en yakınlarından geliyor. Kitabınızda, “Kimi mağdur şiddete maruz kaldığının farkında değildir” diyorsunuz. Bu konuda farkındalık nasıl edinilebilir?
‘Şiddetin Gölgesinde İlişkilerin Karanlık Kuyuları’ adlı kitabımı yazmamdaki ana amaç buydu. İnsanlar yaşadıklarının ne olduğunu bilemiyor, adlandıramıyor.
Danışanlarla da karşılaşılan en büyük zorluk, şiddet mağdur ya da faili olduğunu onlara gösterebilmek, kavramalarına yardımcı olmaktır. Bahaneler üretip öz savunmaya geçerek uygulanan ya da gözleri kapatarak katlanılan şiddetle yüzleşmek kolay değildir. Bu kitabımı kendi hastalarıma bir eğitim aracı, okurlara ise bilimsel ama kolay anlaşılır bir rehber olarak yazdım. Bu kitap bir tanı kitabıdır; insanların ne yaşadıklarını ve yaşattıklarını fark etmelerini hedefliyor. İyi ilişkilerin niteliklerini tanımlıyor, şiddetin türlerini örnekleriyle anlatıyor, kişilik yapı ve bozukluklarına değiniyor. Türkçe yazılmış, bizden örnekler içeren geniş içerikli bir kaynak olmadığı için bu kitabı yazdım.
Çoğu insan tedavi soruyor; bunun maalesef pilav tarifi gibi bir reçetesi yok. Çözümlerin bireye özgü geliştirilmesi gerekiyor. Saldırganın kişiliği, uyguladığı şiddet biçimi kadar mağdurun kişiliği ve içinde bulunduğu koşulların dikkate alınması gerekiyor. Çözümde ana faktör, sorunu fark edebilmek. Çoğu kez insanlar, gerçeği gördükten sonra tutumlarını değiştirmek için adımlar atıyorlar. Onun için bilgi içeren kitaplar çok önemli.
Ama unutmamak gerekiyor; ‘Kurtuluş yok tek başına!’ Toplumsal algının, ekonomik eşitsizliğin ve adalet sorunlarının iyileştirilmesi şart.
Kadınlar ilişkilerde en çok hangi tür şiddete maruz kalıyor?
Hemen her zaman duygusal şiddetle başlıyor süreç. Manipülasyonlar, alaylar, ötekileştirmeler, hiçleştirmeler, uzaklaşmalar, yalnızlaştırmalar… Onu ekonomik, cinsel, manevi ya da ideolojik şiddet izliyor. Fiziksel şiddetin ilk günden başladığı ilişkiler de var ama ağırlıklı olarak duygusal şiddetle başlıyor tüm şiddet türleri. Fiziksel şiddetse sanıldığından çok daha yaygın ama insanlar itiraf etmeye utanıyor.
Kadınlar erkek şiddetinden kendilerini nasıl koruyabilir?
Kadınların eğitimli ve ekonomik anlamda bağımsız olmaları ilk şart. Kadının ekonomik ve sosyal anlamda erkeğe bağımlı olması, şiddete maruz kalma ve kurtulma olasılığını ciddi ölçüde etkiliyor. Her sosyoekonomik düzeyde kadın şiddete maruz kalabiliyor ama çıkış yollarının yokluğu, durumu çok zorlaşıyor. Kadınların mutlaka kendi ayaklarının üzerinde durmayı başarması gerekli. Kendilerine güvenmeleri, kadın olarak çok güçlü varlıklar olduklarını kavramaları çok önemli.
Erkeklerin sahip olduğu şiddet eğilimini erkenden fark etmek için kendilerini eğitmeleri gerekiyor. Anlamsız kıskançlıklar, başlangıçta kendilerine yönelik olmasa da restoranda garsona, trafikte diğer sürücülere, canlı ve cansız varlıklara tutumlarını gözlemleyerek ipuçları edinebilirler.
Öldürülme boyutuna gelmiş olan bir şiddet riskinde ise -teknik anlamda- gizli bir hayat kurabilmek dışında pek bir seçenek yok. Çünkü erkekler bazen sığınma evlerinde bile izini sürebiliyorlar kadınların.
Burada bireysel çözümlerin maalesef pek işe yaramadığını görüyoruz. Bunu çok ciddi bir toplumsal sorun olarak kabul edeceğiz ve çözümüne yönelik olarak da kadın erkek ilişkilerini, kadının toplumsal yerini tartışmaya açacağız. Kadına, insan olarak saygı duymayı öğreneceğiz.
Kitabınızda ayrıntılarıyla bahsettiğiniz pek çok davranış kalıbının aslında bir şiddet uygulaması olduğunu fark etmedik belki de…
Çok doğru! Çoğu mağdur kadar fail de neyin şiddet olduğunun, davranışlarının yol açtığı sonuçların farkında değil. Yanlış değerlerin, koşullanmaların, kontrolsüz duyguların etkisiyle, şiddet dolu korkunç hayatlar yaşarken, yalnızca kendilerinin değil, çocuklarının da hayatlarını daha anne karnındayken mahvetmeye başlıyorlar.
Orhan Veli, bu memleketi anlatırken dizelerinde, ‘Kelle fiyatına hürriyet, esirlik bedava’ demiş. Kadının özgürlüğünün bedeli bu olmamalı.
Toplum, giderek artan bir şiddet seline kapılmış gidiyor. Dilerim ‘İlişkilerin Karanlık Kuyuları’ kitabım, bu acı gerçeğin önüne çekeceğimiz setin bir taşı olur.
Diken'de okumak için: Diken Söyleşi