Doç. Dr. Şafak Nakajima
Yaşam, mücadele demektir.
Mücadelenin yanı sıra, bazen cömertçe dağıttığı mutluluk ve coşkuyu da taşır torbasında.
Ama bu, onun zor olan doğasını değiştirmez.
Yalnızlıkları, aman vermeyen hastalıkları, şeytani ruhlu insanları, yaşlanma ve güç kayıpları, yoksullukları, terk edilmişlikleri, belirsizlikleri, felaketleri ve ölümleriyle, yaşam zordur!
Hemen her insanın boğazından geçecektir yaşamın bu zehirli damlaları.
O damlaların kana karıştığı anlar aynı zamanda çoğu insan için, yaşamın sorgulanmaya başladığı anlardır.
Hep süregideceğini sandığımız güvenli varoluş halinin ve bizi beklediğine inandığımız pürüzsüz ve parlak geleceğin aslında hiç olmayabileceği gerçeğiyle yüzleştiğimiz, çocuksu saflığımızı yitirdiğimiz, adeta huzurlu bir uykudan kabuslara uyandığımız böylesi anlar, bizi derinden sarsar.
Şimdiye dek kurduğumuz anlam dünyamız paramparçadır artık.
Altımızdaki güvenli zemin kaydığı için, uzay boşluğunda asılı gibiyizdir.
İçimize dolan endişe, korku, kendimize ve yaşama olan güvenimizin kaybı, kasırganın önüne katıp savurduğu yapraklar gibi darmadağın hale getirir tüm benliğimizi.
Ruhumuz, panik ve karamsarlığın kuyularına düşer.
Doğruların ve yanlışların birbirine karıştığı o anlarda, kime ve neye tutunacağımızı şaşırırız.
Yaşam, var olan tüm anlamını yitirir!
Kimimizse anlamsızlık duygusunu, tam da herşeyi başardıktan, dışarıdan bakıldığında en imrenilecek şeylere sahip olduktan sonra yaşar.
Sorarız kendimize:
‘’Hepsi bu mu?’’
Yaşamın anlamını sorguladığımızda, içimize tümden sinen bir açıklama bulamayıp varoluşsal boşluğa yuvarlanmamız, tıbbın gözden kaçırdığı, ama sayısız zihin/beden hastalığının arkasında saklanan temel nedenler arasındadır.
Peki, nasıl olur da kimi insan tüm ailesini bir kazada yitirdikten sonra yaralarını çok zor da olsa sarabilip yaşama geri dönerken, bazıları aşık oldukları biri tarafından aldatılınca hiç düşünmeden hayatına son verebilir?
Yaşamsal zorluklarda çevre desteği ve sorunları çözmemizi kolaylaştıracak bilgiye, duygusal olgunluk ve kişisel gelişmişliğe, sosyoekonomik güce sahip olmak çok önemlidir. Travmalar karşısında çaresizlik ve anlam kaybı hissini azaltmada, sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın oynadığı muazzam rol tartışılamaz bile.
Bazıları için acılara direnme ve büyük kayıplardan sonra yaşama tutunma gücünü yeniden kazanıp anlam dünyasını inşa edebilmenin nedeni, sahip oldukları inançtır.
İnancın biçemi, geleneksel ve tanımlanmış bir dini inanç olabileceği gibi, herhangi bir doğa üstü güce dayanmaksızın, varoluşun gizem ve görkemine duyulan derin bir aidiyet, hayranlık, saygı ve teslimiyet hissi de olabilir.
İnanç, özünde bir köprüdür; sonlu ‘’ben’’ ile sonsuzluğu birleştiren bir köprü.
Sonlu ‘’ben’’ ile sonsuzluk arasında kurulan bu köprü ne kadar güçlüyse, çoğu insan için yaşamın getirdiği olumsuzlukların da sonlu olduğu bilincini ve sonsuzluğun içinde yaşadıklarının ne kadar da küçük ve sıradan olabileceği algısını geliştirmek o denli kolaydır.
Böylece acı ve çaresizlik duygusu daha kolay aşılır ve anlam dünyası daha hızlı inşa edilebilir.
Ülkemizde pek az tanınan Polonyalı psikiyatrist ve psikolog Kazimierz Dabrowski, bazı insanların kendi gelişimlerinin yolunu kendilerinin çizdiğinden söz eder.
Bu insanlar, toplumun onlara dayattığı ezberci öğretileri sorgulayıp değerler baskısını reddeden, dolayısıyla kendilerine çizilmiş rol kalıplarını parçalayıp çıkarak sürüden ayrılan bireylerdir.
Başkalarından farklıdırlar.
Çoğunlukla daha zeki, daha geniş düşünen, bağımsız ruhlu ve hayal gücü yüksek insanlardır.
Duyguları yoğun, empati güçleri derindir.
Başkalarının yaşadığı sorun ve acıları içselleştirir; çözüme katkıda bulumak için sorumluluk ve risk almaktan çekinmezler.
Ama bu insanların yaşamlarını zorlaştıran bir Aşil topukları vardır ki o da yaşamı sürekli ve derinlemesine sorgulamalarıdır.
Evrenin sınırsızlığını, doğa olaylarının nedenlerini, biyolojik evrimi, insan topluluklarının sosyolojik, ekonomik ve tarihsel gelişimini kavradıkça, varoluşu açıklamada, toplumda kabul gören genel geçer kavramlarla ikna olamazlar.
Ölçülebilir, tanımlanabilir gerçekçi kavramların peşindedirler; rehberleri akıldır.
Henüz bilmedikleri ya da nesnel kanıtlarını gösteremedikleri konuların, bilimin gelişmesiyle zaman içinde anlaşılacağı düşüncesini taşır, boşlukları metafizik kavramlarla doldurmaya çalışmazlar.
Önemli düşünürler, bilim insanları, filozoflar, bazı liderler ve sanatçılar bu gruba girer.
İdealist insanlar olduklarından, yaşamdaki akıl almaz haksızlık, adaletsizlik ve acının karşısında derin keder duymaları ve varoluşu anlamsız hissetmeleri büsbütün kolaylaşır.
Her canlının besin zincirinin bir parçası ve doğanın kıyasıya bir savaş yeri olduğu gerçeği, insancıl ve doğacı bir evrenin varolabilmesi konusunda onları umutsuzluğa sürükler.
Nihayetinde, bu gerçeği temelden değiştirme güçleri de yoktur üstelik!
Toparlayacak olursak, saydığım faktörler; yani çevresel ve ekonomik destek yoksunluğu, yaşama anlam veren inanç köprüsünün eksikliği ya da sorgulayan özgün bir insan olmak, kişiyi varoluşsal anlamsızlık depresyonuna daha kolay sürükleyebilir.
Bu ruh halini yaşayan kişilerde, takıntılı biçimde hayatın, varoluşun, ölümün, evrenin anlam varlığını/yokluğunu sorgulamaya sık rastlanır.
Varoluşsal depresyonda, geçmişte anlamlı gelen pek çok şey artık değersizdir.
Kendilerini başkalarından ayrı, yalnız ve izole hissederler; hiçbir yere sığamaz, yabancılaşırlar.
Toplumun değerleri ve kurallarına tahammülleri gitgide azalır.
Canları hiçbir şey yapmak istemez; içleri adeta uyuşmuş, boşalmıştır.
Enerjileri zamanla düşer.
İntihar düşünceleri sıkça akıllarını yoklar.
Tüm bu belirtilerin çeşit, sıklık ve şiddeti, elbette kişiden kişiye farklılıklar gösterir.
Varoluşsal anlamsızlık duygusuyla gelen depresyonu saptamak, ilaçlarla bastırmak yerine, içsel ve felsefi sorgulamalarla doğru çözümler geliştirmek açısından çok önemlidir.
“Tüm Hakları Saklıdır”