Blog

Varoluşsal Anlamsızlık – 3

Doç. Dr. Şafak Nakajima

“Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” Meursault, huzurevinden gelen bir telgrafla, annesinin öldüğü haberini alır. İki saatlik bir yolculuktan sonra huzurevine ulaştığında, annesini son bir kez görmek, cenazenin başında beklemek istemez. Tabutun başında sigara ve sütlü kahve içer. Bunların hepsi; annesinin kaybından dolayı hiç sarsılmaması ve kayıtsızlığı, içinde yaşadığı toplumun normlarına aykırıdır. Albert Camus’nün, yüzyılın kitaplarından biri olarak kabul edilen ‘’Yabancı’’ adlı eserinin kahramanıdır, Meursault. O, Cezayir doğumlu bir Fransızdır. Ve ileride, annesinin cenazesindeki davranışları nedeniyle yargılanacaktır. Cenazeden bir gün sonra Meursault, sevgilisiyle beraber olur, birlikte denize girer, komedi filmi izler. Ona göre; sağlıklı bütün insanlar sevdiklerinin ölümünü az çok hayal eder. Marie adlı sevgilisi, çok neşeli ve sabırlı bir kadındır; tüm umursamazlığına karşı bu tuhaf adama aşıktır, onunla evlenmek ister: “Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. “Bence bir, ama istersen evleniriz,” dedim. O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Bir başka zaman da söylediğim gibi, “Bunun bir anlamı yok, ama herhalde sevmiyorumdur,” diye karşılık verdim. “Öyleyse niçin benimle evleneceksin?” diye sordu. Bunun hiçbir önemi olmadığını, isterse evlenebileceğimizi söyledim. Zaten isteyen kendisiydi, ben sadece evet demekle yetiniyordum. O zaman, Marie, “Evlilik ciddi bir şeydir,” dedi. Ben de, “Değildir,” diye karşılık verdim. Bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı. Sonra yine konuştu, “Aynı biçimde bağlı olduğun bir başka kadın sana aynı öneride bulunsa kabul eder miydin, onu öğrenmek istiyorum,” dedi. “Elbette ederdim,” dedim. O zaman, “Ben seni seviyor muyum acaba?” diye sordu. Ben de, “Bu konuda hiç düşünmedim,” diye karşılık verdim. Yine sustuktan sonra, ne kadar tuhaf bir adam olduğumu, beni kesinlikle bunun için sevdiğini, ama belki günün birinde yine aynı nedenlerden ötürü benden nefret de edebileceğini mırıldandı. Bunlara ekleyeceğim bir sözüm olmadığı için susuyordum. Gülümseyerek kolumu tuttu, “Seninle evlenmek istiyorum,” dedi. Ben de, “Ne zaman istersen evleniriz,” dedim.” Yaşanan hiçbir durum, duygularını harekete geçirmez gibidir. Ne annesinin ölümü, ne sevgilisinin evlenme arzusu ne de müdürünün kendisini çalışmak üzere, Cezayir’den çok daha iyi koşullarda yaşayacağı Paris’ e gönderme teklifi… Bir gün, yanlışlıkla bir Arabı öldürür. Ona göre yanlışlıkladır çünkü savunmasında cinayete, Arabın çektiği bıçağa yansıyan ışığının gözünü alan parlaklığı nedeniyle, güneşin sebep olduğunu söyler. Cezayir’in Fransız işgalinde olduğu o günlerde, bir Fransızın, insan yerine bile konmayan Arap birisini öldürmesi, ceza almasını gerektirmez. Meursault, yargılama sırasında tamamen ilgisizdir; mahkemeye, görevlilere tepki vermez. Yalnızca ortamdaki fiziksel uyaranlara aşırı duyarlıdır. Kokulara, bunaltan sıcağa, ışığa, gürültü ve sineklere odaklıdır dikkati. Bu hep böyle olmuştur yaşamında: ”Sonunda, avukatım konuşmasına devam ederken bir dondurmacının çaldığı boru sesinin sokaktan ve bütün salonlardan, mahkemelerden geçerek bana kadar eriştiğini hatırlıyorum. Artık bana ait olmayan bir hayatın bütün hatıraları başıma üşüşüverdi. Evet, bu hayat bana ait değildi ama en küçük ve en güçlü mutluluklarımı ; sevdiğim mahalleyi,gökyüzünün akşamları aldığı her çeşit hali, Marie’nin gülüşlerini ve giysilerini o hayatta bulmuştum ben.‘’ Avukatı, mahkemenin vicdanını harekete geçirmek için işe yarayacağını düşünerek, özel yaşamına dair sorular sorar. Cevapları, avukatını ve savcıyı şaşkınlığa sürükler. Annesinin ölümünün karşısında sergilediği ilgisizlik mahkemece, büyük bir ahlaki çöküş işareti olarak kabul edilir. Aynı sırada bir başka mahkemede, babasını öldüren birisi yargılanmaktadır. Savcı iddianamesinde, davranışının annesini manen öldürdüğünü, aynen babasının hayatına kasteden suçlu gibi, kendi kendisini insan topluluğundan kovduğunu söyler. Manevi ölüm, maddi ölümün öncülüdür ona göre. Cezası ona göre verilmelidir. Ve Meursault, soğukkanlı bir katil olmakla suçlanarak idama mahkum edilir. Ölüm cezasının asıl nedeni, işlediği cinayetten çok toplumun normlarına uymaması, herkes gibi davranmamasıdır. Mahkemenin, yalnızca toplumun değerlerini temsil ediyor olması sarsıcıdır ama ölüm yaşamın bir parçasıdır onun için: ‘’Herkes bilir ki hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 ya da 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değilim, çünkü her iki halde de başka erkekler ve kadınlar gayet tabii olarak yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir. İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur.’’ Savcı elindeki haçı sallayarak inancını sorguladığında, dine inanmadığını söyler. Böylece, Avrupa asıllı biri olarak, işgal atındaki Cezayir’de bir Arabı öldürmekten dolayı pek de ağır olmayacak bir ceza alma fırsatını kaçırır. Soyut düşünmeyip insanların oynadığı oyunları fark etmemesi, her şeyi olduğu gibi algılaması, yalan söylememesi, ışığa ve sese aşırı duyarlılığı, sosyal normlara kayıtsızlığı, zihinsel yapısı açısından dikkat çekicidir. Ama tüm bunlar onun hasta olarak tanımlanması için yeterli midir? Kime ve neye göre hasta? Günümüzde akıl sağlığı ile ilgili belirlenen standartların, kişisel farklılıkları yadsıması ne kadar doğrudur? İnsan psikolojisini ilaçlarla ”normalleştirme” çabası ne ölçüde bilimseldir? Bu karakterin şekillenmesinde, Camus’nün kendi hayatından izlere de rastlamanın mümkün olduğu kanısındayım! Albert Camus, Cezayir’de beyaz yakalı Avrupalı bir ailede doğar ve henüz bir yaşındayken, babası Lucien Auguste Camus, 1. Dünya Savaşında yaşamını kaybeder. Fabrika işçisi olan annesi sağır ve eğitimsizdir. Sadece 400 kelime bilir. Babasının ölümünden sonra, annesiyle aynı evde yaşamaya başlayan dayısı da sağırdır ve hemen hiç konuşamaz. Dolayısıyla Camus, iletişim becerileri güçlü bir ailede yetişmez. Aile çok yoksuldur. Evlerinde tuvalet, elektrik ve su yoktur. Ama bu zorluklara karşın Camus, okulda çok başarılı olur ve üniversitede, felsefe, sosyoloji ve psikoloji eğitimi alır. Camus’nün babasına dair bildiği çok az şeyden birisi de onun, kent meydanında giyotinle gerçekleşen idamı gördükten sonra çok hastalandığıdır. Tüm yaşamı boyunca, idam cezasına karşı oluşunda, bu durumun da rolü vardır. Meursault karakterini bize en doğru tanıtacak kişi elbette, Camus’nün kendisidir. Şöyle der: “Toplumumuzda, annesinin cenazesinde ağlamayan her insan ölüm cezasına çarptırılma riskini göze almıştır. Kitabımın kahramanı, başkaları gibi oyun oynamayı reddettiği için mahkûm edilmiştir. Bu anlamda o, içinde yaşadığı topluma yabancıdır. Meursault, yaşamın kıyılarında dolaşan, kendi dünyasında, yalnız başına, bedensel hazlarıyla yaşayan biridir. Bu nedenle bazı okurlar onu, sosyal bir enkaz olarak görür. Karakterin doğru bir analizini yapmak için ona, nasıl olup da oyunun bir parçası olmayı reddettiği sorusunu sormak gerekir. Doğruyu söylemenin de ötesinde, hissettiğinden fazlasını söylememesini… Tüm bunlar bizlerin, yaşamı kolaylaştırmak için her zaman yaptığımız şeylerdir. Meursault, olduğu gibidir ve onun bu hali, yani gerçek benliğini saklamaması toplumu korkutur. Örneğin, işlediği suçtan pişman olup olmadığı sorulduğunda, pişman değil rahatsız olduğunu söyler. Bu küçücük anlamsal tasvir, onu mahkûmiyete götürür. Benim için Meursault, sosyal bir enkaz değil, gölgeye hiç yer bırakmayan bir güneşin altında kalmış, çırılçıplak ve zavallı bir adamdır. Duygudan yoksunluk bir yana, o, çok daha derin ve inatçı bir tutkuyla hareket eder: Mutlak ve doğru olanın tutkusu. Bu doğru, olumsuzdur; bu bizim gerçekte ne olduğumuz ve ne hissettiğimize dair gerçekliktir. Ve bu doğruyu kabullenmeksizin, ne kendimizi ne de yaşamı fethetmemiz mümkün olmayacaktır.’’ Evet, Camus böyle anlatıyor kahramanını… Dönelim cezaevine… Cezaevi din görevlisi, Meursault ile konuşur ve Tanrı’nın yanında olduğunu söyler, onu inanmaya ikna etmeye çalışır. Şaşkınlıkla sorar: ‘’Hiç umudun yok mu? Öldükten sonra her şeyin biteceği düşüncesiyle nasıl yaşayabiliyorsun?’’ Din adamı onun, ölümden sonra bir hayata inanmaksızın ölümü bekleme gücüne akıl erdiremez. Bu çok korkutucudur. Camus’ye göre, din adamının Tanrı’nın mutlak varlığına dair inancı, yaşamını anlamla doldurmaz, yalnızca zihnini gerçeklerden uzaklaştırır. Ölümden sonraki yaşama odaklanarak, yaşadığı anı kaçırır. Bu durum aynı zamanda onu, yaşamın geçiciliği ve anlamsızlığı gerçeğinden kopardığı için, bilinçli ve sorumlu bir birey olarak yaşamasını engeller. Meursault, yaşamın geçiciliğinin farkındadır. Annesinin ölümüne kayıtsızlık olarak algılanan davranışları, ölüm gerçeğini olduğu gibi kabul etmesinden başka bir şey değildir. Herkes bir gün ölecek ve geriye bir şey kalmayacaktır… Sonrası yoktur! Tüm saçmalığına (absürt) rağmen yaşam, gerçeklerden kopmadan, doğanın, güzelliklerin ve ufak mutlulukların farkına vararak, daha iyi yaşanabilir. ’Dekorların yıkıldığı olur. Yataktan kalkma, tramvay, dört saat çalışma, yemek, uyku ve aynı uyum içinde salı çarşamba perşembe cuma cumartesi, çoğu kez kolaylıkla izlenir bu yol. Yalnız bir gün “neden?” yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. “Başlar”, işte bu önemli. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır, gerisine yol açar. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır. Uyanışın ardından da sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme.’’ Albert Camus, ‘’Sisifos Söyleni kitabında, varoluşsal krizi ve sonrasını, bu muhteşem paragrafla özetler. Bitmek bilmeyen bir döngüde bizi tutan nedir? ‘’Geleceğe dayanmak’’ der Camus. Hepimizin aşina olduğu, sık sık dile getirdiği bir gelecektir bu: ‘’yarın,’’ ileride,’’ ‘’okul bitince,’’ ‘’evlenince,’’ ‘’çocuklar büyüyünce,’’ ’’ev alınca,’’ ‘’emekli olunca…’’ İyimser beklentimiz şaşırtıcıdır! Çünkü yolun sonu bellidir ve gelecek diye beklediğimiz her şey, bu güne oranla ölüme daha yakındır! Ve tüm bu didinmemiz, mitolojideki Sisifos’un hikâyesine benzer. Sisifos (Sisyphos), Korinthos’un kralı ve insanların en akıllı, en kurnazıdır. Tanrı Zeus’un, Irmak Tanrısı Asopos’un kızını kaçırdığını bilen tek ölümlüdür. Kızını her yerde arayan babası, aklıyla ünlü Kral Sisifos’a danışır ve ondan yardım ister. Sisifos yardım edecektir ama bir koşulu vardır. Korinthos şehrine su vermesi karşılığında, kızını kaçıranın Zeus olduğunu ve onu nerede bulabileceğini acılı babaya söyler. Irmak Tanrısı Asopos, kızının kaçırıldığını öğrenince öfkeden çılgına döner ve her yeri sular altında bırakır. Zeus hem kendisini ele verdiği hem de su baskınlarına yol açtığı için Sisifos’a çok öfkelenir. Ölüm tanrısı Thanatos’tan onu yakalamasını ister. Ama Sisifos öyle akıllıdır ki bir yolunu bulup ölüm tanrısını yakalar ve zincire vurur. Ölüm tanrısının zincire vurulması, dünyadaki insanların da ölümsüzlüğe kavuşması demektir. Ölümsüz tanrılar buna çok kızar ve Sisifos’a bir ceza verir. Ceza, Sisifos’un bir kayayı yüksek bir tepeye iterek çıkarmasıdır. Sisifos, koca kayayı kucaklayarak, gün batımına doğru büyük zorluklarla tepeye çıkarır. Tam tepenin oyuğuna yerleştireceği sırada kaya yeniden aşağıya yuvarlanır. Sisifos’un görevi, onu her seferinde yeniden tepeye çıkarmaktır. Bu her gün böylece devam eder gider… Sisifos, umutsuz ve anlamsız bir çaba ile cezalandırıldığını anlar. Her sabah kalkıp yeniden kayayı tepeye çıkarmak… Sonsuza kadar… Camus, insanın da, sonunda her şeyin biteceğini bile bile yaşama tutunma çabasını, Sisifos’a verilen cezaya benzetir. Bu saçma (absürt) döngünün parçası haline gelmek, yabancılaştırıcıdır: ‘’Tek başına insan bedeninin boyutları da yetersizdir. Maske ve yüksek tabanlı ayakkabılar, yüzü temel öğelerinde silikleştiren ya da daha çok belli eden makyaj, abartan ya da basitleştiren giysi, bu evren her şeyi dış görünüş uğrunda harcar, yalnızca göz için yapılmıştır.’’ Sisifos, cezanın umutsuzluğuna rağmen, her gün kaya ile boğuşmayı sürdürerek, tanrılara karşı bir tür zafer kazanabileceğini ispat etmek ister. Peki ya insan?

“Tüm Hakları Saklıdır”

Varoluşsal Anlamsızlık – 2

Doç. Dr. Şafak Nakajima

‘’Hayatın sınırsız olasılıklarla dolu seçim özgürlüğünde, yalnızlığında ve kaçınılmaz sonu olan ölümde, kalıcı bir anlam bulmak mümkün müdür?’’

Bu yazımda sizlerle, insan aklının kavramakta çok zorlanacağı türden dehşet verici süreçlerden geçmiş bir hekimin yaşamından kesitler paylaşacağım.

Gelin şimdi, anlattıklarımı zihninizde canlandırın:

Yıl 1905.

Yer Viyana.

Ekonomik zorluklar nedeniyle tıp eğitimini yarıda bırakmış devlet memuru bir baba ile, Prag’lı bir ev kadının kurduğu üç çocuklu mutlu ailenin, ortanca çocuğu olarak gelir dünyaya.

Adı Viktor Frankle’dır.

Bir kız ve bir erkek kardeşi vardır.

Evi, ünlü psikiyatrist Alfred Adler’in evinin çaprazındaki sokaktadır.

Henüz üç yaşındayken, büyüyünce doktor olmaya karar vermiştir.

Dört yaşında, yaşamın anlamı ve ölüme dair sorular sormaya başlar; önce kendi kendine, sonra da etrafına…

Akıllı ve çalışkan bir öğrencidir.

Lise yıllarında ”Genç Sosyalist İşçiler” grubunda aktif roller üstlenir.

Viyana Üniversitesi’ nde tıp eğitimini tamamlar.

Mezuniyetinden sonra, Alfred Adler ve Sigmund Freud’la şahsen tanışır. Adler’in görüşlerini kendisine daha yakın hisseder.

Nöroloji ve psikiyatri alanlarında uzman olduktan kısa bir süre sonra, Viyana Rothschild Hastanesi’nde klinik şefi olur.

Bir süre sonra da kendi muayenehanesini açar.

Zaman, savaş zamanıdır…

Nitekim bir yıl sonra, Hitler Avusturya’yı işgal eder.

Yahudi asıllıları zor günler beklemektedir artık.

Kısa bir süre sonra toplama kamplarına yollanma olasılıkları çok yüksektir.

O dönemde mesleki başarısı nedeniyle Amerikan Konsolosluğu kendisine Amerika Birleşik Devletleri’ne göç edebilmesi için bir vize verir. Ama bu vize yalnızca kendisi için geçerlidir, ailesini kapsamaz.

Ne yapacağını bilemez, kafası karışıktır…

Bir gün babasının evinde, yanmış bir sinagogtan kalan bir mermer parçası görür.Üzerinde şu sözcükler kazılıdır:

‘’Anne ve babana hürmet edeceksin.’’

Amerika vizesini yakar, ailesiyle kalmaya karar verir.

O dönemde Tilly Grosser adlı genç bir kızla tanışır.

Aşık olurlar.

Tam Yahudilerin evlenmesini yasaklayan yasanın çıkmasından önce evlenirler.

Altta onları bir arada, nikah resimlerinde görüyorsunuz:

Ama çocuk yapmaları yasaktır.

Tilly karnındaki bebeğini bu yasağa kurban etmek zorunda bırakılır.

O bebek ileride, babası Viktor Frankle’ın yazacağı, ‘’Duyulmayan Anlam Çığlığı’’ kitabında ölümsüzleşecektir.

Evliliklerinin dokuzuncu ayında, tüm aile Theresienstadt Nazi toplama kampına gönderilir.

Tilly, silah fabrikasında işçi olarak çalıştırıldığından, tek yönlü biletle ölüme gidilen Auschwitz kampına gönderilmeyip iki yıl burada tutulacaktır.

Ama Viktor’un bileti kesilmiştir.

Tilly, eşinin tüm israrlarına rağmen, ondan habersiz gönüllü olur ve Auschwitz’e gitmek üzere eşiyle aynı trenle yola koyulur.

Bu yolculuk onun sonu olacak, henüz 24 yaşındayken toplama kampında hayata veda edecektir.

Auschwitz kampındaki esirler üzerinde yaptığı dehşet verici tıbbi deneylerle tanınan ve ölüm meleği olarak adlandırlan Dr. Joseph Mengele, o gün yine kampta esir seçmektedir:

”Sıraya geç! Ayrılın! Sen sağa geç. Sen sola. Sen sola. Sen sağa. Sen sola. Sen sola!”

Sol tarafa gönderilenler, zehirli gazla dolu bir odada nefes alamayarak ya da yanarak yaşamlarını kaybedeceklerdir az sonra.

Mahkemesiz, yargısız!

Ama kurbanlar, hangi sırada olduklarının ne anlama geldiğini bilmez.

Bir tür lotodur bu; ölüm kalım lotosu!

Dr. Mengele, 119104 numaralı mahkum Viktor’a, sola geçmesini söyler.

Viktor soldaki sırada bekleyen hiç kimseyi tanımaz ama sağdaki sırada bekleyenler arasında, tanıdığı bazı genç meslektaşları vardır.

Mengele arkasını döndüğünde, usulca sağ sıraya geçer.

Bu kararının, ölümden kurtuluşu anlamına geldiğinin farkında değildir…

Evet, yaşayacaktır!

Kampta insana ve hayatın anlamına dair çok şey gözleyecek, öğrenecek; ileride sayısız insana ilham verecek eserlere imza atacaktır.

Elbette tüm bu olacakları bilmemektedir henüz.

Kanın, gözyaşının, işkencenin, gaz odalarının ve kesintisiz dehşetin insanı insanlıktan çıkardığı gerçeküstü o dünyadan, gerçek dünyaya ulaşmak imkansızdır.

Yakınlarının akibetlerinden habersizdir, Viktor…

Gencecik eşinin yaşamını yitirdiğinden de…

Yalnız eşi değildir kaybettiği…

Annesi, babası ve erkek kardeşi de toplama kamplarında yaşamlarını yitirmişlerdir.

Yıllar sonra, ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ adlı kitabında, çok sevdiği eşiyle ilgili şu satırlar yer alır:

‘’Zihnim hala onun imgesine takılı.

Şunu düşündüm: Onun hayatta olup olmadığını bile bilmiyorum.

Şimdiye dek öğrendiğim tek bir gerçeklik var; Aşk, sevilen insanın fiziksel varlığından çok daha öte bir şey.

Aşk en derin anlamını, özümüzde, iç dünyamızda buluyor. Böylece, sevilenin varlığı ya da yokluğu, yaşayıp yaşamadığı bile önemini kaybediyor.’’

Viktor Frankle, dört farklı toplama kampında üç yıl boyunca kalır.

‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ adlı kitabında o dönemin adeta bir cehennem olduğunu ve her şeyin anlamsızlaştığını anlatır.

Yaşam akıl almaz fiziksel ve ruhsal sıkıntılarla doludur.

Kampta tifüs salgını başlar.

Esir tutulan doktorlar olabildiğince, tifüs koğuşunda çalışmaktan kaçınırlar.

Frankle, kampta her nasılsa kısa bir süre içinde öleceğini bilmektedir.

Bir doktor olarak olduğu yerde çürüyerek ölmek ya da öldürülmek yerine, hastalara yardım ederek ölmenin daha anlamlı bir ölüm olacağını düşünerek, tifüs koğuşunda çalışmak üzere gönüllü yazılır.

Tifüs, bitlerle bulaşan ve lekeli humma adı da verilen ağır bir enfeksiyondur.

Baş ağrısı, bitkinlik, bacak ve sırt kaslarında ağrı, vücutta lekeler, kalp ritmi bozukluğu yapan bu hastalık, böbrek yetmezliği , bilinç kaybı ve komaya da yol açar.

Frankle hastalara bakarken, çok ağır bir tifüse yakalanır.

Ateşler içinde günler ve geceler boyu acıyla kıvranır.

Bilinci gidip gelirken zihnine, kendine geldiğinde ise bulabildiği kağıt parçalarına notlar alarak kitabını yazar.

Lekeli hummada yükselen ateş, ya iyileşme ya da ölümle biter.

On altı günün sonunda, Frankle iyileşir.

Kampta gözlemlediği şey, bir amaca tutunanların, hayatta kalabildiğidir.

Bir başka gözlemi, derinlikli bir ruh yapısına sahip içe dönük insanların, dışa dönük ve güçlü bireylere oranla hayatta kalmada daha fazla şansa sahip olduğudur.

Çünkü böylesi insanların, dışarıda olup biten akıldışı zorluklardan kaçıp sığınabilecekleri bir iç dünyaları vardır.

Frankle’ın kültürel birikimi ve içgörüsü ona, Spinoza, Schopenhauer, Nietzsche, Tolstoy ve Dostoyevsky gibi, felsefe ve edebiyat tarihinin devlerinden beslenerek direnme gücü kazandırır.

İnsanın hayata tutunmasının, herşeyin geçici olduğunun bilincine varmasına ve kendisi için anlamlı olan bir konuda sorumluluk üstlenmesine bağlı olduğunu söyler.

İnsan ömrü sınırlıdır.

Ölüm bize bu sınırlılığı hatırlatarak, zamanın ve ömrün değerini gösterir.

Dolayısıyla ölüm, hayatı anlamsız kılan değil, anlamlandıran bir gerçekliktir.

Acı da öyle!

Yaşamak acı çekmektir, yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmaktır.

Eğer yaşamda bir amaç varsa, acıda ve ölümde de bir amaç olmalıdır.

Ama hiç kimse, bir başkasına bu amacın ne olduğunu söyleyemez.

Herkes bunu kendi başına bulmak ve bulduğu yanıtın getirdiği sorumluluğu üstlenmek zorundadır.

Geliştirdiği teoriye göre, kişinin yaşamında bir anlam bulma arayışı, insandaki temel güdülendirici güçtür.

Anlam bulmaya başlarken, insan yaşamının ne olduğuna ilişkin sorularının yanıtlarını bulmuş gibi görünen insanlarla, bulamayan insanların yaşamlarını araştırmayı önerir.

Yaşamın anlamına ilişkin soruların genel ifadelerle yanıtlanamayacağını, hiçbir insan ve hiçbir kaderin, bir başka insan ya da kaderle karşılaştırılamayacağını söyler.

Frankle, geçmişin değişmezliğinden söz eder.

Zamanın akışıyla toza dumana karışır gibi görünse de; yaptığımız herşey kalıcıdır.

Bu günü ve geleceği şekillendiren şeydir, geçmiş…

Dolayısıyla geçmiş, sonsuzdur; sonsuza şekil verendir…

Gelecekse, şekillendirilmeyi bekler!

Çoğu kez umutla!

Peki, sorumluluk nedir?

Frankle, sorumluluğu korkunç derin bir uçuruma benzetir.

Ona ne kadar uzun süre bakarsak, başımız o kadar çok döner.

Frankle’a göre, seçeneklerini fark edebilen insanın sorumluluğu sınırsızdır!

Yaşamda kaldığımız sürece, tüm hatalarımız ve suçlarımızın sorumluluğunu üstlenme ve mümkün olabildiğince telafi etme olasılığımız vardır.

Bu da geçmişin yani sonsuzun değişmesi anlamına gelir.

Frankle için kamptaki en anlamlı sorumluluk, hayatta kalma sorumluluğudur.

Ve bu sorumluluğun amacı, özgürlüğüne ve eşine kavuşmak, temelini attığı Logoterapi adlı psikoterapi programını hastalarıyla uygulamaya koyabilmektir.

Kampın dehşet dolu ortamında gelecek umudunu canlı tutabilmek için hayaller kurar.

Kendisini iyi aydınlatılmış ve şık bir salonda, kamp deneyimlerini ve yaşamın acı ve zorluklarıyla nasıl mücadele edilebileceğini anlattığı konferanslarda büyük dinleyici kitlelerince coşkuyla dinlenen bir konuşmacı olarak hayal eder.

Hayallerinde eşiyle konuşur, ona sarılır, gözlerinin içine bakar; adeta gerçek gibidir her şey.

Yaşadıkları zordur; çünkü, insanı en çok yaralayan şey fiziksel acı değil, haksızlığın ve mantıksızlığın yol açtığı ruhsal ısdıraptır.

Logoterapiye göre yaşamın anlamını üç farklı yoldan keşfedebiliriz der; Frankle:

1. Bir eser yaratarak veya bir iş başararak,

2. Önemli bir deneyim yaşayarak ya da bir insanla güçlü bağlar kurarak

3. Yaşamdaki kaçınılmaz acılara karşı, cesaret, sabır ve sebatla bir duruş geliştirerek.

Bu üç yolun üzerine düşünmenizi öneririm!

Bunlardan hangileri, anlam katmak üzere yaşamınızda var?

Viktor Frankle’ın, insanın gelişimine dair umudu, romantik bir iyimserlik taşımaz; bize gerçekçi bir yol gösterir:

“İnsan potansiyelini en yüksek noktaya çıkarmak istiyorsak, ilk önce bunun varlığına inanmamız gerekir. Aksi taktirde insan “sürüklenecek,” yozlaşacaktır, çünkü insanın en kötüye yönelik bir potansiyeli de vardır. Potansiyel insanlığa olan inancımızın, bizi insancıl insanların bir azınlık olduğu ve belki de hep azınlık olarak kalacağı gerçeğine karşı köreltmesine göz yummamalıyız.”

Frankle’ın bu saptamasına ne dersiniz?

İnsana dair umudunuzu yitirdiğiniz zamanlarda, hatırlamanızda fayda olan satırlar bunlar, kanımca!

Çünkü bizler, sandığımız kadar yüce erdemlere sahip bir canlı türü değiliz, ne yazık ki!

Anlam dünyamızın peşine düştüğümüz anlarda bile!

“Tüm Hakları Saklıdır”

Varoluşsal Anlamsızlık – 1

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Yaşamın özgün bir anlamı var mıdır; yoksa o, doğduktan sonra küçük mutluluklar ve büyük acılarla dolan ve sonu ölümle biten anlamsız bir yolculuk mudur? Bu konularda bize ışık tutacak ilk konuğum, çok uzun yıllar önce değerli bir meslektaşımın armağan ettiği kitapla kendisini tanıdığım, Stanford Üniversitesi profesörlerinden Dr. Irvin D. Yalom olacak. Yalom şu soruları sorar: ‘’Neden yaşıyoruz?’’ ‘’Varoluşumuzun ve hayatın bir anlamı var mı?’’ ‘’Her şey ölüyorsa, hiçbir şey kalıcı ve sonsuz değilse, anlamdan söz etmek mümkün müdür?’’ Varoluşa dair gözlemlerini, araştırmalarından, klinik deneyimlerinden, felsefe ve edebiyat okumalarından süzdüğü bilgileri, “Existential Psychotherapy” (Varoluşsal Psikoterapi) adlı kitabında toplar. Yaşam algımı değiştiren kallavi cüsseli bu kitap, bilgisayarımın yanındaki kitap standında duruyor şu an. Arka kapağına bakıyorum. Ünlü varoluşsal terapist Rollo May, tavsiye yazısında şunları söylüyor: ‘’Bu mükemmel kitabın varoluşçu psikoterapiyi inceleyenler ve bütün klinikçiler için bir klasik olacağına inanıyorum. Ama onu yalnızca psikiyatrist ve psikologlarla sınırlamak bir hata olur. İnsanların neyi neden yaptığıyla ilgilenen herkes, bu kitabı okumalıdır.’’ Yalom bu kitabında, insanlardaki dört temel kaygıdan söz eder: Özgürlük Ölüm Yalnızlık Anlamsızlık Yalom bu kaygıların, adeta birer yeraltı nehri gibi akarak kişiliğimizi, yaşadığımız zihinsel deneyimlerimizi, psikolojik rahatsızlıklarımızı şekillendirdiğini yazar. Gelin şimdi, bu temel kaygılara sırasıyla yakından bakalım: Olumlu bir kavram olarak hep özlemini duyduğumuz ve tarih boyunca savaşını verdiğimiz özgürlük, nasıl olur da bir kaygı kaynağı olarak nitelenir? Sınırları belirsiz ve öngörülemez olaylarla dolu bir evrende varolmaya çalışan insanın, sayısız olasılık ve seçenekle karşı karşıya olduğunu fark ettiği, seçim özgürlüğünün getirdiği sorumlulukla karşı karşıya kaldığı anda yaşadığı terördür bu. Seçim yapma özgürlüğü, kafa karıştırıcıdır. Seçenek arttıkça, yanlış seçim yapma olasılığımız artar. Satıcı size üç farklı yüzük gösterdiğinde, seçiminizi daha kolay yaparsınız. Ama gösterilen yüzük sayısı onbeş olduğunda, ne tür bir seçim yapacağınızı bilemez, zorlanırsınız. ‘’O taşlıyı seçseydim keşke; ya da beyaz altın olanı!? Tüh; yanlış mı yaptım bunu almakla?’’ Elbete her seçim, bu kadar basit değildir! Yalom, yaşamda her tür seçimimizin (elbette varolan nesnel gerçeklikler çerçevesinde) sorumluluğunun bize ait olduğunu söyler. En acı olaylarda, kendimizi yok etme seçimi de bize aittir, acıdan bilgelik damıtmak da! Baskı ve zulüme boyun eğmek de bizim seçimimizdir; direnmek ve istediğimizi gerçekleştirmek için gereken bedeli ödemek de! Her insan, seçimleri yoluyla kendi yaşam senaryosunu yazar, yönetir, oynar ve sahneler. Bu da, yaşamın sorumluluğunu üstlenmek demektir ki, ağır bir yüktür; az sayıda insan bu yükü sırtlamaya cesaret eder. Dayatılan değerlere boyun eğmek, değişim riskine girmemek ve doğa üstü güçlere sığınmak daha kolay gelir. İşte bu nedenle bazı insanlar, önemli kararlar almada zorlandıkları zamanlarda falcılara giderek, belirsizlik kaygısını ve seçim sorumluluğunun yükünü omuzlarından atmaya çalışırlar. Belirsiz bir evrende, kontrol edilebilir bir yaşam sürmenin imkansızlığı, bizi kolayca endişeye, paniğe ve takıntılara sürükler. Takıntı, kontrol duygusunu bize tattıran bir savunma mekanızmasıdır. ‘’Annemin ölmesinden çok korkuyorum ve bunu engelleyemem. Ama duvara üç kez dokunursam annem ölmeyecek; onun için dokunmalıyım’’ takıntısının özü işte bu kaygıdır! Ölüm kaygısı ise, bu dört kaygı içinde en kolay anlaşılır olanıdır. Genetik programının özü yaşamak ve soyunu sürdürmek olan bir canlı için biyolojik hayatın bitişi, aklın alamayacağı bir şeydir. Ölüm varsa, yaşamın ne anlamı olabilir? Yalom ölüm kaygısını, yalnızca kendi fiziksel ölümümüzle sınırlamaz. Ebeveyn ölümü de, bize dehşet verir. Bizi her şeyden koruyacağına inandığımız ebeveynimiz kendisini koruyamıyorsa, bu koskoca evrende bizi kim koruyup kollayabilir? Artık savunmasız bir çocuğuzdur! Ben babamı kaybettiğimde, evli ve iki çocuklu, yoğun çalışan bir doktordum. Ama aylarca kendimi, lunaparkta kaybolmuş küçücük bir kız çocuğu gibi hissettim. Babamı kaybettiğimi bir süre kimseye söylemek istemedim. O varken sırtımı dayadığım koskoca kaya, onun ölümüyle sanki beni hemen yutuverecek dev bir mağaraya dönüşmüştü. Üzerinden uzun yıllar geçti ve hala o kayanın yoksunluğunu hissediyorum; her defasında gözlerim nemlenerek. Ebeveynlerimiz ayrıca, mezarla aramızdaki duvardır. O duvar yıkılır onlar öldüğünde… Çukur artık bizim için hazırdır, bizi beklemektedir. Evlat ölümü daha da acıdır. O kayıpta hem evladın hem de kendimizin yasını tutarız. Evlatlarımız bizi, sonsuz geleceğe taşıyan bir yoldur ve evladın ölümü, o yolun birdenbire uçurumla sonlanması demektir. Emeklilik, çocukların evden gitmesiyle yaşanan boş yuva sendromu gibi durumlar da, yaşayan bir ‘’gerçeğin’’ ölümü demektir ve bizi varoluşsal anlamsızlık kuyularına düşürebilir. Üçüncü kaygı kaynağı yalnızlık, insanın kendisiyle bir başkası arasında asla kapatılamayacak uçurumun varlığını fark ettiği an ortaya çıkar. Birini ne kadar çok seversek sevelim, ne kadar yakın olursak olalım, onun özünü bilmemiz imkansızdır. Onun ne zihinsel ne de bedensel hallerini, olduğu gibi, onun gibi hissedemeyiz! Görerek, dokunarak, işiterek, tadarak ve koklayarak sadece hissetmeye çalışır, tahmin edebiliriz. Ne ”O’’ ben olabilir, ne de ben ”O” olabilirim! Bu, bizi dünyaya getiren annemizle bile böyledir. ‘’Ben’’ ile dışarıdaki insanlar, canlılar ve dünya arasında, kapatılamaz bir boşluk vardır. Kimse bizim yerimize doğamaz ve kimse bizim yerimize ölemez. Doğum ve ölüm deneyimini de, her şeyde olduğu gibi, yine yalnız yaşarız; yalnızca kendi tenimiz ve zihnimizde gerçekleşebilir her ikisi de. Kendi dışımızdakinin özünü kavramamızın olanaksızlığı gerçeğini, hiçbir ilişki, hiçbir aşk, hiçbir cinsel deneyim değiştiremez. Bu gerçek bize, koskoca evrende aslında ne kadar da dev bir yalnızlık içinde olduğumuzu gösterir. Anlamsızlık kaygısı ise, özgürlük, ölüm ve yalnızlığın toplamıdır. Hayatın sınırsız olasılıklarla dolu seçim özgürlüğünde, yalnızlığında ve kaçınılmaz sonu olan ölümde, kalıcı bir anlam bulmak mümkün müdür? Yalom kitabında, bir not paylaşır: ‘’Bir işle mutlu olan bir moron (aptal) grubunu düşünün. Açık bir alana tuğla taşıyorlar. Tuğlaların hepsini bir alanın ucuna dizer dizmez, bunları karşı tarafa taşımaya başlıyorlar. Bu hiç durmaksızın devam ediyor ve yılın her günü aynı şeyi yapmakla meşguller. Bir gün moronlardan biri kendi kendine ne iş yaptığını soracak kadar duraklıyor. Tuğlaları taşımanın ne gibi bir amacı olduğunu düşünüyor. O andan itibaren artık, yaptığı işten daha önce olduğu kadar mutlu değildir. Ben neden tuğlaları taşıdığını merak eden bir moronum.’’ Bu not, hayatta bir anlam göremediği için kendisini öldüren ümitsiz bir kişi tarafından yazılan intihar notudur.

“Tüm Hakları Saklıdır”

Varoluşsal Depresyon

Doç. Dr. Şafak Nakajima

Yaşam, mücadele demektir.

Mücadelenin yanı sıra, bazen cömertçe dağıttığı mutluluk ve coşkuyu da taşır torbasında.

Ama bu, onun zor olan doğasını değiştirmez.

Yalnızlıkları, aman vermeyen hastalıkları, şeytani ruhlu insanları, yaşlanma ve güç kayıpları, yoksullukları, terk edilmişlikleri, belirsizlikleri, felaketleri ve ölümleriyle, yaşam zordur!

Hemen her insanın boğazından geçecektir yaşamın bu zehirli damlaları.

O damlaların kana karıştığı anlar aynı zamanda çoğu insan için, yaşamın sorgulanmaya başladığı anlardır.

Hep süregideceğini sandığımız güvenli varoluş halinin ve bizi beklediğine inandığımız pürüzsüz ve parlak geleceğin aslında hiç olmayabileceği gerçeğiyle yüzleştiğimiz, çocuksu saflığımızı yitirdiğimiz, adeta huzurlu bir uykudan kabuslara uyandığımız böylesi anlar, bizi derinden sarsar.

Şimdiye dek kurduğumuz anlam dünyamız paramparçadır artık.

Altımızdaki güvenli zemin kaydığı için, uzay boşluğunda asılı gibiyizdir.

İçimize dolan endişe, korku, kendimize ve yaşama olan güvenimizin kaybı, kasırganın önüne katıp savurduğu yapraklar gibi darmadağın hale getirir tüm benliğimizi.

Ruhumuz, panik ve karamsarlığın kuyularına düşer.

Doğruların ve yanlışların birbirine karıştığı o anlarda, kime ve neye tutunacağımızı şaşırırız.

Yaşam, var olan tüm anlamını yitirir!

Kimimizse anlamsızlık duygusunu, tam da herşeyi başardıktan, dışarıdan bakıldığında en imrenilecek şeylere sahip olduktan sonra yaşar.

Sorarız kendimize:

‘’Hepsi bu mu?’’

Yaşamın anlamını sorguladığımızda, içimize tümden sinen bir açıklama bulamayıp varoluşsal boşluğa yuvarlanmamız, tıbbın gözden kaçırdığı, ama sayısız zihin/beden hastalığının arkasında saklanan temel nedenler arasındadır.

Peki, nasıl olur da kimi insan tüm ailesini bir kazada yitirdikten sonra yaralarını çok zor da olsa sarabilip yaşama geri dönerken, bazıları aşık oldukları biri tarafından aldatılınca hiç düşünmeden hayatına son verebilir?

Yaşamsal zorluklarda çevre desteği ve sorunları çözmemizi kolaylaştıracak bilgiye, duygusal olgunluk ve kişisel gelişmişliğe, sosyoekonomik güce sahip olmak çok önemlidir. Travmalar karşısında çaresizlik ve anlam kaybı hissini azaltmada, sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın oynadığı muazzam rol tartışılamaz bile.

Bazıları için acılara direnme ve büyük kayıplardan sonra yaşama tutunma gücünü yeniden kazanıp anlam dünyasını inşa edebilmenin nedeni, sahip oldukları inançtır.

İnancın biçemi, geleneksel ve tanımlanmış bir dini inanç olabileceği gibi, herhangi bir doğa üstü güce dayanmaksızın, varoluşun gizem ve görkemine duyulan derin bir aidiyet, hayranlık, saygı ve teslimiyet hissi de olabilir.

İnanç, özünde bir köprüdür; sonlu ‘’ben’’ ile sonsuzluğu birleştiren bir köprü.

Sonlu ‘’ben’’ ile sonsuzluk arasında kurulan bu köprü ne kadar güçlüyse, çoğu insan için yaşamın getirdiği olumsuzlukların da sonlu olduğu bilincini ve sonsuzluğun içinde yaşadıklarının ne kadar da küçük ve sıradan olabileceği algısını geliştirmek o denli kolaydır.

Böylece acı ve çaresizlik duygusu daha kolay aşılır ve anlam dünyası daha hızlı inşa edilebilir.

Ülkemizde pek az tanınan Polonyalı psikiyatrist ve psikolog Kazimierz Dabrowski, bazı insanların kendi gelişimlerinin yolunu kendilerinin çizdiğinden söz eder.

Bu insanlar, toplumun onlara dayattığı ezberci öğretileri sorgulayıp değerler baskısını reddeden, dolayısıyla kendilerine çizilmiş rol kalıplarını parçalayıp çıkarak sürüden ayrılan bireylerdir.

Başkalarından farklıdırlar.

Çoğunlukla daha zeki, daha geniş düşünen, bağımsız ruhlu ve hayal gücü yüksek insanlardır.

Duyguları yoğun, empati güçleri derindir.

Başkalarının yaşadığı sorun ve acıları içselleştirir; çözüme katkıda bulumak için sorumluluk ve risk almaktan çekinmezler.

Ama bu insanların yaşamlarını zorlaştıran bir Aşil topukları vardır ki o da yaşamı sürekli ve derinlemesine sorgulamalarıdır.

Evrenin sınırsızlığını, doğa olaylarının nedenlerini, biyolojik evrimi, insan topluluklarının sosyolojik, ekonomik ve tarihsel gelişimini kavradıkça, varoluşu açıklamada, toplumda kabul gören genel geçer kavramlarla ikna olamazlar.

Ölçülebilir, tanımlanabilir gerçekçi kavramların peşindedirler; rehberleri akıldır.

Henüz bilmedikleri ya da nesnel kanıtlarını gösteremedikleri konuların, bilimin gelişmesiyle zaman içinde anlaşılacağı düşüncesini taşır, boşlukları metafizik kavramlarla doldurmaya çalışmazlar.

Önemli düşünürler, bilim insanları, filozoflar, bazı liderler ve sanatçılar bu gruba girer.

İdealist insanlar olduklarından, yaşamdaki akıl almaz haksızlık, adaletsizlik ve acının karşısında derin keder duymaları ve varoluşu anlamsız hissetmeleri büsbütün kolaylaşır.

Her canlının besin zincirinin bir parçası ve doğanın kıyasıya bir savaş yeri olduğu gerçeği, insancıl ve doğacı bir evrenin varolabilmesi konusunda onları umutsuzluğa sürükler.

Nihayetinde, bu gerçeği temelden değiştirme güçleri de yoktur üstelik!

Toparlayacak olursak, saydığım faktörler; yani çevresel ve ekonomik destek yoksunluğu, yaşama anlam veren inanç köprüsünün eksikliği ya da sorgulayan özgün bir insan olmak, kişiyi varoluşsal anlamsızlık depresyonuna daha kolay sürükleyebilir.

Bu ruh halini yaşayan kişilerde, takıntılı biçimde hayatın, varoluşun, ölümün, evrenin anlam varlığını/yokluğunu sorgulamaya sık rastlanır.

Varoluşsal depresyonda, geçmişte anlamlı gelen pek çok şey artık değersizdir.

Kendilerini başkalarından ayrı, yalnız ve izole hissederler; hiçbir yere sığamaz, yabancılaşırlar.

Toplumun değerleri ve kurallarına tahammülleri gitgide azalır.

Canları hiçbir şey yapmak istemez; içleri adeta uyuşmuş, boşalmıştır.

Enerjileri zamanla düşer.

İntihar düşünceleri sıkça akıllarını yoklar.

Tüm bu belirtilerin çeşit, sıklık ve şiddeti, elbette kişiden kişiye farklılıklar gösterir.

Varoluşsal anlamsızlık duygusuyla gelen depresyonu saptamak, ilaçlarla bastırmak yerine, içsel ve felsefi sorgulamalarla doğru çözümler geliştirmek açısından çok önemlidir.

“Tüm Hakları Saklıdır”