Doç. Dr. Şafak Nakajima
Annesi ile ilişkisi iyi olsaydı, kadınların gerçekten anlayabilecekleri tek kitabın, yemek kitabı olduğunu söyler miydi?
Bu sorunun cevabını bilmiyorum.
Ama Arthur Schopenhauer benim için, yaşamın karanlık tünellerinde kaybolduğum her zaman kendisine döndüğüm çok önemli bir filozoftur.
O, tüccar babası 1805 yılında intihar ettiğinde, henüz 17 yaşındadır.
Babasından, hiç çalışmadan yaşamasına yetecek bir servet kalır.
Ölen kocasından yirmi yaş genç olan annesi Johanna Schopenhauer zamanla, ünlü bir roman yazarı olur.
Edebiyat tartışmalarının yapıldığı bir salon açar ve buraya dönemin ünlü edebiyatçıları gelir.
Genç adam, annesinin özgür yaşam biçiminden ve serbest ilişkilerinden rahatsızdır; onunla sık sık tartışır.
Bu konuda ne düşündüğünü daha sonra şöyle anlatacaktır:
‘’Kadınları tanırım. Evliliği tedarik kurumu olarak görürler. Babam sefil ve zavallı haliyle hasta yatağına mahkûmken yaşlı bir hizmetkâr, sevgi görevi denilen vazifesini ona karşı yerine getirmeseydi tek başına kalırdı. O yalnızlık içinde çökerken sevgili anneciğim partiler veriyor, o acı işkenceler çekerken annem eğleniyordu. Kadınların sevgisi budur.’’
Göttingen Üniversitesi’nde tıp öğrenimine başlar ama sevmez. Felsefe bölümüne geçer.
Annesinin yazdıklarını beğenmez.
Ama onun sayesinde, Johann Wolfgang von Goethe gibi önemli yazarlarla tanışma fırsatı bulur.
Yine annesinin bağlantıları yardımıyla, ilk önemli kitabını yayınlatır.
Doğu bilgeliği ve panteizm yani doğanın Tanrı ile aynı olduğu görüşü ilgisini çeker. Bu konularda araştırmalar yapar.
Hinduizm ve Budizm gibi Doğu felsefi kavramlarını, Batı felsefesince anlaşılabilir hale getiren ilk Avrupalı filozoftur.
Annesi de onun yazdıklarını beğenmez.
Evden ayrılır ve annesiyle bağları büyük ölçüde kopar.
Berlin Üniversitesi’nde ders vermeye başlar.
Kendisiyle aynı fakültede Friedrich Hegel de ders vermektedir.
Hegel, idealist diyalektik kuramının kurucusudur. Bu kurama göre, varlık, fikirlerden oluşur; soyuttan somuta gider.
Schopenhauer’e göre, Hegel’in eserlerinin dörtte üçü saf saçmalık, dörtte biri ise anlaşılmaz bir paradokstur.
Hegel’le rekabete girer ve derslerini, onun ders saatleriyle çakıştırır.
Öğrencilerin kendi derslerini seçmesini bekler.
Hegel her yerde çok popülerdir. Öğrenciler Hegel’i tercih eder.
Çok rahatsızdır bu durumdan.
Üniversiteyi terk eder ve İtalya gezisine çıkar.
Daha sonra tekrar Berlin Üniversitesi’ne girmek ister ancak kabul edilmez. Editörlük, çevirmenlik yapmaya başlar.
İleride, Karl Marx ve Engels, Hegel’in fikirlerini eleştirerek dialektik materyalizmi geliştirecek ve dünya düşünce tarihinde önemli bir sıçrama gerçekleştireceklerdir.
Ve Marx, yardımseverliği hiç kimsenin, etik ve sosyal açıdan Schopenhauer kadar derinden temellendiremediğini söyleyecektir.
Schopenhauer’ın görüşlerinin; felsefe, psikoloji, psikanaliz, edebiyat ve müzik gibi alanlara da büyük etkisi olur.
Örneğin Nietzche onun için şöyle der:
‘’Schopenhauer’ın ilk sayfasını okuduktan sonra bütün sayfalarını okuyacaklarından ve dediği her kelimeyi dinleyeceklerinden emin olan okurlarındanım.’’
Freud ise:
‘’…Bunun ilk adımını psikoanaliz atmadı. Başı çekenler filozoflardı, hepsinden önce de büyük düşünür Schopenhauer, ki onun bilinçsiz iradesi psikoanalizin ruhsal güdülerine karşılık geliyor. O düşünür, insanları cinsel faaliyetlerinin anlamını hafife aldıkları konusunda uyardı.’’
Tolstoy ona hayranlığını şöyle dile getirir:
‘’Eminim ki en büyük dahi: Schopenhauer.‘’
Albert Einstein’ın tespiti çarpıcıdır:
‘’Schopenhauer ile birlikte ben de özgür iradenin varlığına inanmıyorum.’’
Frankfurt’a taşındıktan sonra deneme ve aforizmalarıyla tanınmaya başlar.
Kendi deyimiyle, insanları sevmez ve tek dostu köpeğidir.
1860 yılında evindeki koltuğunda dışarıya bakarken ölür.
Tüm bunları neden anlattım?
Birazdan tanışacağınız çok sarsıcı görüşlerin sahibinin kim olduğunu ve o düşüncelere kaynaklık eden yaşam öyküsünü bilmenizin, önemli olduğuna inanıyorum.
Şöyle diyor kendisi:
‘’Hayatın, önemsiz şeylerde olduğu gibi, önemli şeylerde de sürekli bir yalan olduğunu kabul etmek zorundayız.
Verdiği sözü tutmuyor hayat; tutsa bile, özlediğimiz şeylerin özlenmeye değer olmaktan ne kadar uzak olduğunu göstermek için yapıyor bunu.’’
Günlük hayata da değiniyor:
“Uzun zamandır şuna inanıyorum. İnsanın dayanabileceği gürültü miktarı ile zihinsel yetileri arasında bir ters orantı vardır. Kapıyı eliyle yavaşça kapatmak yerine gürültüyle çarpan bir insan yalnızca terbiyesiz değil; aynı zamanda bayağı ve dar görüşlüdür.”
Arthur Schopenhauer’ın bu saptamasına yürekten katılıyorum.
Yaşantım boyunca, dünyanın her yerinde karşılaştığım gürültücü insanlarda gözlemlediklerimle birebir örtüşüyor.
Üstelik zekânın yalnızca bilişimsel beceri değil, bütünsel bir farkındalık olduğu da artık kanıtlanmış bilimsel bir gerçeklik.
Schopenhauer ‘ın kadınlara dair düşünceleri, düşmanlıkla nefret arasında uzanır.
Bu durumda, yaşlı babasının ölümünden sonra özgür bir yaşam sürdüren, popüler kitaplar yazan edebiyatçı annesinin kendisine karşı soğuk ve mesafeli davranışı büyük rol oynar.
‘Kadınlar Üstüne Denemesi’nde şöyle der:
“Doğa, kadını varlık amacında başarılı olması için, tıpkı diğer yaratıklar gibi gerekli silahlarla donatır.
Ancak her zaman olduğu gibi tutumludur ve söz konusu silahları yalnızca gereken süre için verir, sonra geri alır.
Erkekle çiftleştikten sonra, zaten taşıdığı döl açısından tehlikeli olabilecek kanatları dökülen dişi karınca gibi, kuşkusuz aynı nedenle kadın da bir-iki doğumdan sonra tüm güzelliğini yitirir.”
Evrimsel açıdan bakıldığında, Schopenhauer haklı olabilir mi?
Büyük olasılıkla, ”Evet!”
Ama yaşam ve akan zaman, sadece kadınlara değil, erkeklere de acımasızdır.
19 yaşındaki şarkıcı Caroline Richter Medon’a âşık olur ve onun, başkasından olan çocuğunu geride bırakarak kendisine gelmesini ister.
Caroline, çocuğunu seçer.
43 yaşındayken 17 yaşında güzel bir genç kız olan Flora Weiss’e ilgi duyar.
İlgisini çekmek için ona bir partide bir salkım üzüm uzatır.
Genç kız yaşananla ilgili günlüğüne şunları yazar:
“Üzümleri yemek istemedim. Yaşlı Schopenhauer onlara dokunduğu için midem bulandı. Avucumu açtım, salkım yavaşça kayarak suya düştü.”
Evinde bir kadın yardımcısı ve küçük köpeğiyle yaşar.
Köpeklerin olmadığı bir dünyada yaşamak istemediğini söyler.
Ona göre, hayvanlara gaddar davranan birisinin, iyi bir insan olması olanaksızdır.
Hiç evlenmez.
Evlenmenin, haklarını ikiye bölmek ve görevlerini ikiye katlamak demek olduğunu düşünür.
Evliliğin, zamanla iki tarafın birbirindeki en kötü yanları ortaya çıkarmasına ve birbirinden nefret etmesine yol açtığına inanır.
Schopenhauer’e göre zaten tüm bunlar üstlenmeye değmeyecek gereksiz zorluklardır; çünkü varoluş anlamsızdır.
Zamanın ve mekânın sonsuzluğuna karşın, insanın süreksizliği ve sonluluğu, büyük bir çıkmazdır.
Bu çıkmaz, her şeyin önemini göreceli kılar.
Çünkü sonsuz varoluşta, sonlu edimler ne öneme sahip olabilir?
Hiçbir arzu, hiçbir başarı, bitimliliğin acımasız gerçeğinden koruyamaz insanı.
Zaman, her şeyi elimizden sanki hiç yaşanmamış ve var olmamışçasına alır ve var olduğuna inandığımız tüm ’’gerçekleri’’ gerçek olmaktan çıkarır.
Geçmiş artık gerçek değildir ve bu nedenle “hiç olmamış olan kadardır.”
Yaşamın her anı geçicidir ve hızla geçmişe dönüşür, başka bir deyişle, ‘hiçbir şey’in yokluğuna geçer.
Hayatımızın kum saati yavaşça boşalır.
Varlık, şimdiki zamanda mevcut olana aittir.
Dolayısıyla sadece, şimdiki zamanın tadını çıkarmaya çalışmak anlamlıdır ama şimdiki zaman çok çabuk geçmiş olduğundan, ciddi bir çabaya değmez.
Peki, tüm bu gerçeklere rağmen insanı hangi güç hayatta tutar?
Schopenhauer’a göre evren, mantıklı bir yer değildir.
Akıl almaz zorluklarla dolu bir dünyada yapılabilecek en doğru şey, beklenti ve arzuları en aza indirmektir.
Sakat doğan, küçücük yaşta tecavüze uğrayan çocukların, açlığın, hastalık ve kazaların, felaketlerin kol gezdiği ve üstelik her an herkesin başına her şeyin gelebileceği bir dünyada, adaletten, huzurdan ve sonsuz mutluluktan bahsetmek mümkün müdür?
Zaman delice akar ve sadece biz sıkıldığımızda durur.
Yaşamın büyük bölümü, endişe ve acı çekmeyle geçer.
Tüm isteklerimiz gerçekleştiğindeyse, gerçek felaketimiz başlar.
Bu kez sahip olduklarımızı kaybetmekten korkarız.
Ya da heyecanımız yiter, beklentimiz azalır ve giderek sıkılırız. Bu can sıkıntısı, insanı intihar düşüncesine bile sürükleyebilir.
Hayatın başında umut torbamız doludur.
Yaşamın kaçınılmazları olan yaşlılık ve ölüm, başımıza hiç gelmeyecekmiş gibidir.
Gençken arkadaş olan iki insan, yaşlılıkta yeniden karşılaştıklarında, yalnızca birbirlerinin yüzüne bakarak bile, yaşamın ne kadar acımasız olduğunu fark eder.
Başlarda vaatleri sınırsız olan yaşam, var olan pek çok şeyi de alıp götürür bizden…
Schopenhauer, ‘’Ay gibi, keşke yeryüzünde de yaşam olmasaydı’’ der.
Çocuk yapma bir içgüdü ve duygu değil de mantık işi olsa, insan ırkının varlığını sürdüremeyeceğine inanır.
Varoluşun yükü, çocuğun sırtına yıkılmamalıdır.
Schopenhauer diğer canlıların, insanlardan daha mutlu olduğunu öne sürer.
Onlarda da elbette bizler gibi hayatta kalma ve çoğalma dürtüsü vardır ve bu dürtüler haz ve korku ile kendilerini hissettirir.
Böylece yiyecek, barınak ve cinsellik peşine düşüp tehlikelerden kaçarlar.
Ama insan, geçmiş ve gelecek arasında bağ kurma, kavramları soyutlama ve içgüdüleri karmaşık duygu ve düşüncelere dönüştürme yetisine sahip olduğu için, her şeyi daha derinden ve yoğun yaşar.
Bu da insanı, dizginlenemez tutkuların ve üstesinden gelinmesi zor çaresizlik ve acıların esiri yapar.
Ve hepsinden önemlisi, elde ettiği ne olursa olsun, insan bir gün bunların hepsini yitireceğinin farkındadır.
Diğer canlılar yaşadıkları anın hazzı ve korkusuyla iç içe geçip, varoluşla birlikte akarlar.
İnsan ise geleceğin getireceğini düşündüğü mutluluk ve acıların ağlarına takılır.
Schopenhauer yaşamın, Hindu Brahma’nın dünyayı bir hatayla yarattığı ya da Budist düşüncedeki Nirvana huzurunun parçalanmasıyla ortaya çıktığı fikriyle örtüştüğünü söyler.
Ancak Hıristiyanlığın bu sefaleti açıklayamayacağını ifade eder.
Schopenhauer’a göre, kötülüğün yaygınlığı ve insanın kusurlarla dolu zayıf bir canlı olması, dünyanın mutlak kadir, merhametli ve her şeye gücü yeten bir varlık tarafından yaratıldığına inanmayı imkânsız kılar.
Schopenhauer, yaşamda kendilerine rehber arayanların, bu dünyayı bir cezaevi, bir tür ceza olarak görmekten daha iyi bir pusula bulamayacaklarını söyler.
Yaşam tüm canlılara, var olmanın cezasını ödetir.
Dünyayı hep birlikte acı çektiğimiz bir yer olarak düşünmek bize, herkesin ihtiyaç duyduğu, dolayısıyla her insanın borcu olan hoşgörü, sabır, saygı ve sevgiyi hatırlatır.
Bu durum göz önüne alındığında yapabileceğimiz en iyi şey, merhamet göstermektir.
Çoğu kişinin gerçek bir kötümser olarak algıladığı Schopenhauer, temelde hayal kırıklığıyla dolu ve acı verici bu insanlık durumunun üstesinden gelmek için çok sade bir hayat yaşamanın, ahlaka ve sanatsal farkındalığa sahip olmanın gerekliliğini savunur.
Schopenhauer’a göre insanı varoluşta özel kılan, yaşamı anlama, bilme isteği, bilgi edinebilmesi ve bilgiyi yaşama başarıyla uyarlayabilmesidir.
Bilim, bilinmeyene ulaşmak için sonsuza doğru yol alır.
Ne nihai hedefe, ne de tam bir tatmin haline asla ulaşamaz.
Sanat da insanın bir başarısıdır.
Bilim durup dinlenmeksizin akan bir şelalelin damlaları, sanatsa çılgın bir selin üzerinde sessizce dinlenen gök kuşağıdır.
Kişisel kaygılardan sıyrılan sanatçı için, güneşin batışını hapishaneden ya da saraydan seyretmesi arasında bir fark yoktur.
Bu yazımı, 1848 Devrimi öncülerinden, Fransız şair, eleştirmen Charles Pierre Baudelaire’in satırlarıyla bitirmek istiyorum.
Bu satırlar bana Schopenhauer felsefesinin, imbikten süzülmüş hali gibi görünüyor.
‘’Her zaman sarhoş olmalı. Her şey bunda: tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.
Ama neyle? …
Şarapla,
şiirle
ya da erdemle,
nasıl isterseniz.
Ama sarhoş olun…
Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üstünde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız,
sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun;
“Saat kaç?” deyin.
Yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size:
“Sarhoş olma saatidir!
Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına!..
Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz…”
“Tüm Hakları Saklıdır”